(Yarın bayram, her bayram yaptığımız mezarlık ziyaretini bu bayram yapamadığımız için babamı ve bütün babaları bir yazı ile anmak istedim)
Şair Cemal Süreyya’nın bir şiiri var, sorar: “Sizin hiç babanız öldü mü?” diye, cevabı da kendisi verir “Benim bir kere öldü kör oldum” diyerek. Sonra “Yıkadılar aldılar götürdüler/ Babamdan ummazdım bunu, kör oldum” diye ekler.
Niye böyle diyor biliyor musunuz? Cemal Süreyya bir kızı sevmektedir. Kızı alıp babasına götürü, tanıştırır, “Ben bu kızı seviyorum ve evlenmek istiyorum baba” der. Babası “Olmaz” der. “Neden?” diye sorar Cemal Süreyya, “Çünkü kız fakir”, der babası. “Ama biz de öyleyiz” der ünlü şair. Babası direnir, oradan ayrılırken kahreder şair, babasına küser, onu kendi nezdinde, beyninde öldürür, ölü sayar. Kör oldum derken uzun bir süre babasını görmediğini ima eder şairce.
Neden sonra barışır babasıyla ama içinde iki ukde ile gider bu dünyadan. Biri sevdiğine kavuşamamanın acısıdır, diğeri de Kürt ve Alevi olduğu halde onca yıl bunu saklamanın yüküdür. Hatta ve hatta bir türlü Kürt ve Alevi olduğunu söyleyemeyişinin utancıdır. Ama sonunda herkes gibi o da göçüp gider bu darı dünyadan.
Doğru herkes yaşar, önemli olan nasıl yaşadığın değil, önemli olan sana sunulan ömrü nasıl harcadığındır. Ya koşullar? Murathan Mungan önemli olan bir ömürden bir hayat yaratmaktır, der. Lakin bu denilenleri herkes çeşitli nedenlerle yapamaz. Bazen babası ölmediği halde kendi nezdinde ölü saysa da.
Benim babamsa gerçekten öldü. Babam, 2010 yılında öldüğünde ben Mersin’deydim. Kardeşim Azad aradı ağlamaklı bir sesle “Abi babamız öldü” dedi, işte o zaman kör oldum, şairin dediği gibi.
“Allahlım! İşte bugün
Şu zavallı ömrümün/En matemli bir günü
Elim böğrümde kaldım,
Ben bugün haber aldım: Babamın öldüğünü”
Ne çarpıcı anlatmış sevdiğim yazar Sabahattin Ali.
Hemen o gün atlayıp gittim. Gelen, giden, Yasin, ıskat, kardeşler, akrabalar hercümerci içinde bir taziye sürüp gitti. 101 yaşında ölen babamın o gün itibariyle 987 torunu, torunlarının
torunu ve devamı vardı. İki eşinden 32 de evladı. O tarih itibariyle on altısı ölmüştü, on altısı yaşıyor hala, ben de onlardan biriyim.
Şimdi torun sayısı kaça çıktı tam olarak bilmiyorum, sorup soruşturup tam rakamı çıkarmak gerekiyor. Babam nebi çırçırklarını, yani torunlarının torunlarını, o bölgede gören ender kişilerden biriydi. Uzun bir ömür sürmüştü. İran Turan arasında at koşturmuş, çok badirelerden geçmişti. Çocukluğumun allemeyi cihanı, yetişkinliğimde ise ilk ve son öğretmenimdi o benim.
Herkesin babası kendine alleme görünür. Ama benim babam coğrafyanın getirdiği bütün acıları yaşamış, aynı coğrafyanın olanaklarından da istifade etmişti. Türkçe’nin yansıra, Rusça, Farsça ve Arapça biliyordu. İran’da doğmuştu. Medresede okumuştu, Nazım’ın Türkiye’den Rusya’ya kaçan bir arkadaşından Türkçeyi öğrenmişti çocukluğunda. (Bunu iki ciltli, “KÖKLERE DOĞRU” adlı anı anlatıda bulabilir merak edenler, orda yazdım.)
Rus hududunda yaşamış, bir keresinde Rusların elinden zor kurtulmuş. Uzun bir askerlik yapmıştı. Dört yıl ikinci cihan harbinde Türkiye Cumhuriyeti’ne askerlik yapmış; sonra evine dönmüş, İran ve Türkiye arasında koyun ticareti yaparak köyün zengin ve bilge bir adamı haline gelmişti. Biri İran’da evli olmak üzere dört halam vardı. Perizade, Letif, Şemam, Xanım. Taziyesi için gittiğim çocukluk arkadaşım Mustafa, Xanım Halamın oğluydu. Yaşayan erkek kardeşi yoktu ve bu coğrafyada hiç erkek kardeşi olmamak zordu.
Babamın yakın akrabaları doğduğum köy olan Ut’enin etrafındaki köylerde yaşıyordu. Angüzek, Anzaf, Sımtatos ve Korsot köyleriydi bunlar. Dedem İran’dan döndükten sonra Rehmin, Sarimemed, Azikara köylerinden sonra buraya yerleşiyor. Aslında babam ilk kayınpederi de olan amcası Ozman tarafından Anzafa yakın diye Ut köyüne getiriliyor.
Dedem yüz yirmi yaşında vefat edip bu dünyadan gidince babam yalnız kalıyor. Hem tek başına bir adam hem de köyün en zengini ve sözü geçeni olmak kolay olmuyor onun için. Köylüler zaman zaman canını sıktıklarında köyü terk edip, kasabaya ya da İran’a gidiyor. “Çünkü elimi kana bulamak istemiyordum” diyordu, “yiğitlik öldürmekle olmaz, yiğitlik çoluk çocuğunu ateşe atmadan düze çıkarmakla olur” derdi.
Yiğitliğin bazen öç almaktan ziyade katlanabilmek olduğunu çok sonraları ben de yaşayarak anlayacaktım. O zaman daha bunun ayırdında değildim. Bir gün “Neden böyle yaptığını?” anlayacaktım. Öldürmek kan demek ti, kan davası demekti
Kan davası meşum bir keder yeli esip kadere dönüşmüştü adeta bu topraklarda. “Birini öldürsem ben hapse gireceğim, o bir şey değil, asıl mesele şu ki, o zaman size düşman kazandırmış olacağım. Siz okuyamayacaksınız, tarlalar biçilemeyecek, topraklarımız kuruyacak, üretim ve ticaret kan davasında yitip gidecek ve sonu hüsranla bitecek bir hikâye ortaya çıkacak. Bütün bunlara ölüm/öldürme yol açacak. İşte bu yüzden, sana sözüm şudur, asla haksızlığın önünde boyun eğme, ama hiçbir zaman bir hiç yüzünden de kendine, çoluk çocuğuna boş yere düşman kazandırma, yeri ve zamanı geldiğinde öfkeni kontrol et” demişti babam bana. (İnsanın “kendini tutan” bir varlık olduğunu, bunun onu diğer varlıklardan ayıran temel bir özelliği olduğunu çok sonraları öğrenecektim.)
Ben de kendimi tuttum; daha büyük değerler uğruna. Bu yüzden olsa gerek ben hiç halktan, köylüden insanlarla kavga etmedim, öteden beri bu insanların yaptığı yanlışları önemsemedim. Onlara kızdım, öfkelendim ama kavga etmedim. Onların her şeyi sineye çeken vurdumduymazlığı, onların bunca eziyet karşısındaki insanı çıldırtan sabrı beni kızdırdı ama asla hor görmedim küçümsemedim. Hatta böyle olmalarında devletin yanı sıra yanlış aydınlanmış aydınların da payını aradım. Onları bu halde bırakanlara kızdım. Benim davam hep daha büyük oldu. Onları bu durumda bırakanlarla oldu.
Yoksulların, kimsesizlerin mağdurların ve köylülerin bu halden kurtulması için bütün yaşamım boyunca acılar pahasına didindim durdum. Hep ezilenin yanında yer aldım ezene kafa tuttum. Daha lise ikide on dört yaşındayken bu uğurda ilk sürgünü yedim. Sonraki yıllar tutuklandım, işkence gördüm. Keskin bıçak olmak için çok çekiç yemek gerekti nitekim. Ama ben bu konularda babamla hep tartışsam da şairin (C. Yücel’in) dediği gibi; ben hep babamı sevdim.
“Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla ha düştü, ha düşecek…
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.”
O bana hem öğretmen hem arkadaş hem yeri geldiğinde ben içerde yatarken dışarda nöbeti ile yoldaş oldu. Babama sürgünümle, içeri düşmemle, üniversiteden atılmamla o belli etmese de büyük acılar yaşattım. Ama o belli etmeden bana hep kol kanat gerdi, destek oldu.
Konfüçyüs öldürmeyen her darbe insanı daha da güçlendirir, diyor. Nietzsche bunu acıya dair söyler. “Beni öldürmeyen acı güçlendirir” diye. Ben de bunlardan kendime pay yonttum, ders çıkardım. Kimi zamanlar çokça acı çektim. Yaralandım, sakatlandım, öldüm, bittim, bir daha kendime gelmem derken, bir de baktım ki sonraki yıllarda yaşayacağım acılar için bir çeşit bağışıklık kazanmışım. Korkup vazgeçmek yerine devam ettim. Korka korka korkunun üstüne yürüdüm.
Daha sonraki yıllarda sürüldüm, üniversiteden atıldım, işsiz güçsüz bırakıldım. Ama bunların hiçbiri şahsi bir mesele için değildi, hepsi de yoksulluk ve cehalet vasatına hapsolmuş insanları kurtarmak içindi kendimce. Acaba böyle davranmamda babamın o sözünün payı ne kadar vardı, bilemiyorum. Çektiklerimi önceden tahmin etseydi gene aynı şeyleri söyler miydi? Bu süreçte şunu anladım, Alfred de Musset’in dediği gibi, acı çekmedikçe insan kendi kendini tanıyamaz.
Ben de çektiklerimi yaşayacaklarımın kefareti saydım
….Ben nezarete ya da hapse düştüğümde ya da komplo sonucu sıkıyönetimde yargılandığımda babam bana yiyecek, battaniye ve elbise getirdiğinde acısını yüzünden okurdum. Bir şey demese de baba oğul arasındaki telepatiyle bunu bilirdim. Beni kaybetmekten korkuyordu. Her gelişinde üzgün olduğu her halinden belli olurdu. “Bütün bunlar Tahé Şevış için mi?” derdi. Tahé Şevış köyde yaşayan, kimseye hayrı şeri dokunmayan, zayıf yaşlı adamın tekiydi. Ben de gençliğin dik başlılığıyla “Evet onun için baba” derdim. Bundan, bu duruşumdan gizli bir gurur duysa da önce susar, sonra ölüm korkusu aklına düşünce, beni mutlaka bu yoldan döndürmesi gerektiğine inanarak çabalardı. Çünkü o zamanlar ölüm kol geziyordu ve üstümüze üstümüze geliyordu. “Oğlum gel vazgeç bu işlerden, halimiz vaktimiz yerinde, seni evlendireyim, bir mağaza açayım, bırak bu işleri” diye ısrar ettiğinde, ben işte o zaman onu can evinden yakalayan soruyu sorardım “Okumayı da bırakayım mı baba?” Bu soru karşısında ne diyeceğini bilemez, susardı. İki ara bir derede kaldığını şimdi nasıl da anlıyorum baba olmuş yüreğimle. Bir yanda çok değer verdiği okumak öte yanda ölüm duruyordu. Bıraksam okumayacaktım, gitsem ölümdü. İki ara bir derede kalmak buydu işte.
Oysa babamın dedesinin oğluna “Git oğlum seni ilime feda ettim” dediği günden beri ailede hep ilim yoluna gönderilecek ikinci bir kişi beklenmişti, vakit geldiğinde, o kişi ben olmuştum. Babam da tıpkı dedesinin, onun babası Şemdin’e dediği gibi bana, “Git oğlum, seni ilim yoluna ayırdım” diyerek beni göndermişti. Şimdi nasıl yarı yolda bırakabilirdi? Ucunda ölüm olsa bile. Beni yolumdan nasıl çevirebilirdi ki?
Dedim ya, o günler kan revan günlerdi; her tarafta öğrenci olayları vardı, her gün ölüm haberleri geliyordu sağdan soldan. Bu yolun ölümle noktalanması çekilmez bir acı olurdu onun için. Bir mengenenin dişlerinde sıkışmış gibi duran babamın, o günlerde çırpınması bundandı. O zaman anlamadığım belki de anlamak istemediğim şey, babamı ve ona borçlu olduğum saygıyı, yıllar sonra baba olduğumda daha iyi anlayacaktım.
Buna rağmen gene de dışarı çıktığımda okula devam etmiştim, o ise diken üzerinde, nerede okuduğumu ne yaptığımı sormadan uzaktan takip ederek bana güvenmişti ve okuma sürecinde maddi manevi bana hep destek olmaya devam etti. Ne ki şimdi darbe zamanıydı. Ölümler artmıştı, çığ gibi geliyordu üstümüze. İnsanlar patır patır öldürülüyordu, çocuk yaştakilerin yaşları büyütülerek idam ediliyordu. Ölmeyen öldürülmeyenler de ya sürülüyor ya da yurdu terk ediyordu.
Ben de bir gece yarısı yayan yola revan oldum, kaçak bir biçimde çıktım şehirden. O çıkışta babam bana eşlik etti. Polisin kontrol noktasını bir yay çizerek geçip gittik. Nihayet durduğumuz bir yolda bir otobüs geldi babamla vedalaştım. Sarılıp öperken “Git, işin rastgelesin oğlum” deyişi hala kulaklarımda. Gittim. O arkamdan mahzun el sallarken ya geri gelecektim ya gelmeyecektim. Bu ruh halinin ne demek olduğunu baba olduktan sonra daha iyi anlayacaktım.
İşte o bu postallı parkeli zamanlarda bile, ucunda ölümün beklediği kampüslerin olduğu üniversitelerde, benim okumayı bırakmamı söyleyemedi bir daha. Keşke şimdi yaşasaydı da onunla bunu konuşabilseydim.
Onunla o zaman konuşamadım, ben de geçen yıl gittiğim mezarın başında onunla konuşuyorum. “Bak baba ben geldim. Beni öldüremediler. Sürdüler, süründürdüler ama öldüremediler. Hâlâ yaşıyorum. Ve biliyor musun baba, okumamı da engelleyemediler. Sonunda profesör olmayı da başardım baba. Bütün haksızlıklara, baskılara ve zillette rağmen.” Bunları deyince yüzünün aydınlandığını, elini omzuma atıp “Ben de senden bunu bekliyordum oğlum. Aferin sana” deyişini görüyorum. Mavi gözleri, yüz yaşında hala gür olan saçları ve
sırım gibi vücuduyla, o çelik bakışlarını üstüme dikip bilgece “Sana da bu yakışırdı oğlum. Beni mahcup etmedin. Sağ ol” diyor. Ben de eğilip elini öpüyorum.
Son yıllarında her fırsatta babamın elini öperdim. O da bundan gizli bir gurur duyardı. “Bakın işte yaşadı, geldi ve en büyük kanıtı bu” der gibiydi bu el öpme seansları.
“Baba! /Babam, ağabeyim, kardeşim, arkadaşım!
Ne zulüm ne ölüm ne korku başımı eğemez!
Yalnız senin elini öpmek için, eğilir başım.”, diyor Nazım benim de duygularıma tercüman olarak.
Keşke şimdi gene öpebilseydim defalarca o koca ellerini ve kocaman yüreğini.
Prof. Dr. Ahmet Özer