Sevgili Ünlemcim,
Sabrın ve Hüznün Mabedi,
Ciğerparem,
Lüsyen'i okudum.i
Ajda Pekkan ününün doruğunda olduğu yıllarda Paris'te bir konser vermişti. İzleyen bir müzik eleştirmeni, "Ajda Hanım mı güzel, sesi mi, müziği mi karar veremedim." demişti. Kendimi o eleştirmen gibi hissediyorum. Hamit ve eşinin yaşadıkları mı ilginç, Can Dündar'ın yazımı mı bilemedim.
Ben bir Anadolulu olarak çoğu Anadolu insanı gibiyim; ön yargıları olan, kolay kolay kanaatini değiştirmeyen, çoğu zaman kulağına gelene inanan...Hamit için nerede nasıl oluştuğunu bilmediğim olumsuz yargılarım vardır.
Örneğin kendisi, değişen dil karşısında hayıflanır ve "Yeni nesiller beni anlamıyorsa, nasıl Fransızları, Almanları tercüme edip anlıyorlarsa beni de Çince yazdım farz etsinler, eserlerimi Türkçeye tercüme etsinler" demiş ya ben, uysallıkla anlamıyorum onun bu dediğini ve öfkeli bir sesle, "O karmaşık dili Türkçeye çevirdiler diyelim, neyi anlayacaklar, ne dedin ki?" diyorum.
Ölçüm şu: Şhakespeare'in dili de bugün konuşulan İngilizce değildir; o hala en çok okunan şairdir.
Örneğin kendisi, kızıyor ya eserleri için sahnelenemez denilmesine. Ben de kızgın bir sesle "Hangisi sahnelenebilir?" diye soruyorum.Üstelik şu gerçeği anımsamadan edemiyorum: Eserleri hem sahne tekniğine uygun değil, hem hayata uygun değil, hem de insan denilen şu muammanın hiçbir problemini çözmüyor...
Şair-i Azam denilmiş ya, ben, onda bir azamet bulamıyorum.
Evet, Divan şiiri bir girdapta boğuluyordu, söyleyecek sözü kalmamıştı. Edebî sanatlar denilen söz oyunları tüketilmişti. Hamit, şiiri o girdaptan çıkarmaya çalıştı; çıkardı diyenler çoğunlukta.... Şiire düşünceyi, felsefeyi, doğayı soktu; Batılı bir hüviyet kazandırmaya çalıştı. Kim inkar edebilir! Ama bunu kendinden önceki kuşağın dilde yenileşme, yerlileşme çabalarına sırtını dönerek, eski dile ve eski sanat anlayışına dönerek yaptı. Kurutmak istediği bataklığa girdi, maalesef, o bataklıkta boğuldu.
Her devrin adamı olmayı bildi, hep lüks yaşadı. Borçlu ama lüksünden fedakarlık yapmadan...
Şairliği, onun kadar kullanan ikinci bir ad bilmiyorum.
Aşklarından hiç söz etmeyeceğim, şu bilgi beni hep burkmuştur: Belki de tek şiiri diyebileceğim Makber'i, Fatıma'nın ölümü üzerine o gece yazdığını söylemiştir. Araştırmalar gösterdi ki Fatıma ölmeden çok önceleri yazılmıştır Makber. Zaten ölüm, hayat gibi konular hep ilgi alanındaydı.
Lüsyen'in yazarı da dil konusunda benden farklı düşünüyor. Kitabının "son söz"ünde,
"...Türkçe'de kalem oynatanlar için böylesine şairane bir dilin, o unutulmuş kelimelerin, "Artık anlaşılmaz" diye çöpe atılması kabul edilebilir şey değildi.
Ne yazık ki "ilgisiz"de "bigâne"deki musiki yoktu.
"Doruk", "şâhika"nın lezzetine uzaktı."
diyerek dil anlayışını sergiliyor.
Oysa bu bir türlü vazgeçemediği dil, kısır, daracık, birkaç metafora, birkaç edebi sanata boğulmuş, Arapça ve Farsçanın kölesi bir dildi.
Şimdi bu anlayıştakilere sormak gerek, "bigâne"siz, , "şâhika"sız yazan Cemal Süreya'nın, Edip Cansever'in, Turgut Uyar'ın, uzatmayayım Nazım'ın şiirinde musiki yok mu? Onların yazdıklarından lezzet alamıyor musunuz?
Uzattım yine.
Sana iki şiirini göndereceğim Hamit'in, biri Devrimin rüzgarına kapıldığı dönemin eseri,diğeri kadim diliyle. İstersen mukayese bile edebilirsin.ii
Elveda Diyemedik
Yıldızsız bir geceydi
Bir dağ çiçeği gibi şimdiden hasretteydim sürgündüm çok uzaklardaydım,
Ve gözlerindi sürgün sebebim..
Çok çabuk çekildin hayatımdan Kaderle el eleydin,
Bense kederle sarhoş...
Yarım kalmıştı hikayemiz
Göçmen kuşları gibi gelip geçtin bu şehirden
Belki de hayatımdan
Duymadın haykırışımı, acılarımı,
Benimsin sanmıştım uçtun avuçlarımdan
Tutamadım, gitme de diyemedim
Olamadın bir yıldızın kayışı kadar hayatımda
Zaman çok kısaydı bizim için
Yetmedi gözlerimizden yaşı silecek kadar
Ne de elveda diyebilecek kadar...
Kürsî-i İstiğrak
Kenâr-ı bahrde hoş bir mahaldir, nâzır-ı âlem,
Tahaccür eylemiş bir mevcdir; üstünde bir âdem,
Hayâlettir, oturmuş, fikr ile meşguldür her dem;
Giyinmiştir beyaz amma, bakarsın arz eder mâtem,
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...
Bu tenha yerleri gördün mü sen zannetme hâlîdir,
Hayâlâtımla meskûndur, bu yerler pür meâlîdir,
Muhât-ı aczdir hem lâ-tenâhî birle mâlîdir;
Bu mevkidir yerim sahilde bir kürsî-i âlîdir.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...
Sükûnetle kuşanmış hây u hûy-i şehri gûş eyle,
Sehâb-ı hande-rîz ü berk-ı yekser-kahrı gûş eyle,
Ağaçlardan çıkan efkârı seyret, nehri gûş eyle;
Bu vahşetgâhda sen gel benimle dehri gûş eyle.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...
Düşün ol zâtı kim emriyle zâtından ıyân olmuş,
Vücûd-ı sermedîsinden zemîn ü âsmân olmuş,
Düşün deryâyı, her bir katre mevc-i bî-kerân olmuş,
Hafâyâ-yı ilâhîdir ki yekdil, yekzebân olmuş.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...
Odur hîçî-i mâzî lücce-i sürh-i meşiyyette,
Bu târîkî-i müstakbel kebûd-ı sermediyyette,
Durur bir kibriyâ-yı bî-nihâyet nûr u zulmette,
Beraber cümle mevcûdât ü eşyâ hep muhabbette.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...
Eder yekdiğerin takbîl dâim zühre vü zerre,
Yürür bir yolda murg u mâhî vü mehtâb ü şebperre,
Otur şu minber-i deryâ-muhât-ı senge bir kerre,
Hemen allah'ı gör şâmil semâdan bahr ile berre.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...
Yürür her burc bin asr-ı mücessemdir, mümâsildir,
Zılâle sûretâ, zannetme lâkin cism-i zâildir,
Bu hey'et zîr ü bâlâ mercî-i aslîye mâildir,
Giderler şâd ü handân cümlesi bir feyze nâildir.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...
Döner vâdide dûr a dûr bir ses, rûdlar çağlar,
Çemen mâî, koyunlar penbe, rengârenktir dağlar,
Şafaktan, bahrdan etmekte cem-i sîm ü zer bağlar.
Bu şenlikte benim gönlümdür ancak varsa bir ağlar.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar, etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem...
İner sisler içinde bir küçük kız kûhdan tenhâ,
Doğarken necm-i bî-hâb-ı seher peyda vü nâ-peydâ,
Geçer peyk-i sabâ dûşunda aks-i cûşiş-i deryâ,
Ceres yâd-ı vatanla dilde eyler derdimi ihyâ.
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâim
Bu mektup da çok uzadı.
Hep böyle yapıyorum, yoruyorum seni. Bir kez daha bağışla beni.
Esen kal,
Şiirde kal,
Şiir kal.
Sonsuz sevgilerimle.
A.Ümit Aloğlu
Can Dündar, Lüsyen, Can Yayınları, 2015, İst. ii Ben kitabı boyunca şunu düşündüm: Lüsyen mi Naciye mi daha trajik? Naciye'nin, ölürken, Darülacezede adının Lüsyen olduğunu söyleyerek Hamid'i beklemesi bana çok daha yazılası ve trajik göründü.