Sevgili Ünlemcim,
Sabır Ziyneti
Sevgi Mücevheri,
Ne zamandır yazmıyorum sana.
Yazmıyor muyum, yazamıyor muyum tartışması açmayacağım.
Bu biraz hem kel hem fodul olma halidir.
Belki de tam da burada Ragıp Paşa'nın ünlü beytini anımsamak gerek:
Miyan-ı güft u gûda bed-meniş ilhâm eder kubhun
Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler i
Ben de gerekçeler söyleyeceğim diye kendi kusurlarımı saymak zorunda kalacağım. En iyisi şimdi yazacaklarıma dönmek; keşke yazacaklarım şöyle ahım şahım şeyler olsa!
Canlar Canı,
Güzel şiirler okuyamıyorum ki yazayım sana.
Güçlü, ama bana göre, benim meşrebime göre, benim şiir anlayışıma göre, şöyle dilin ritmine ulaşmış, sözcüklerden orkestralar kurmuş, aşkın, sevginin, isyanın, öfkenin, barışın, kardeşliğin, insanlığın, insan severliğin, doğanın şiirini yazan şair göremiyorum ki paylaşayım seninle.
Ülkenin doğası mı kaldı ki onu yaşayan, onun varlığında varoluşun mutluluğunu tadan şairler türesin de bu muhteşem duyguları yazsınlar...
İnsan mı kaldı, insanlık mı kaldı ki onun varlığından etkilenen, coşup köpüren duyguları şiirleştiren şairler türesin de bunları dile getiren şiirler yazsın....
Neo- liberalizm dedikleri sömürge sistemi doğanın da doğanın en muhteşem canlısı insanın da insanlığın da düşmanı. Hepsine birer meta olarak baktığı için çölün şurasında burasında beliren vaha gibi tek tük şair çıksa da nefesi yetmiyor yaşamaya ve şiir yazmaya; boğulakalıyor yok olan insanlığın külleri arasında...
Bütün bu hengamenin ortasında dün, Üvercinka'nın Ocak- Şubat 2017 sayısında bir şiir okudum. Epeyce uzun bir şiir. Son zamanlarda böylesine az rastlıyoruz. Onu yazacağım sana ben beğendim, bilmem ki sen de beğenir misin?
Şiir Engin Turgut adlı bir şairin.
Utanarak söylüyorum, beş altı kitabı varmış bu şairimizin, bende biri bile yok.
Kendisi orta yaşlarda biriymiş (1957 doğumlu). Kitaplarından biri, Orhan Murat Arıburnu Şiir Ödülü'nü almış. Hiçbirinden haberim yok; demek ki artık yaşlandım, izleyemiyorum sanat dünyasını. Bu biraz kurumak demektir. Ruhun da yaşlanması demektir. Çok kötü, çok!
Engin Turgut, İstanbul'da yaşayan yoksul bir ailenin çocuğu olmalı ki akşam lisesini bitirebilmiş.
Aman ne işlerde çalışmış, ne işlerde: Tezgahtarlık yapmış, İşportacılık yapmış; barlarda barmenlik yapmış, yayınevlerinde düzeltmenlik yapmış, Gümrük kolculuğu, banla memurluğu yapmış. Yani girmediği kap, boyanmadığı renk kalmamış.
Şiirini değerlendiremeyeceğim; Kışkırtıcı Erguvan, Küs, Bayan Elma, Aşk: Canım Benim, Aşkın Kırkbir Hali, Mucize Tozları adlı kitaplarını, hepsini olmazsa da bulabildiğim kadarını edinmeli,okuyup tartmalıyım ki bir şeyler söyleyebileyim.
Haydi şimdilik şu Sudaki Masal'ı okuyalım seninle.
SUDAKİ MASAL
Bana hep yağmur armağan edildi Koynumu ısıran hayal makasları bir de
Anılar sokağından dışarı çıkamadım hiç Uzun mektuplar yazdım, kimseler okumadı Yine de bağışlardım çocukluğumun kalbini kıranları
Kendimle söyleştim kimi zaman Kimi zaman başkalarının düşleriyle yıkandım Bahçeyi sevdim en çok Bana gülümseyen ağaçları
Mavi bir keman sesiydi yutkunduğum Eksikti şiirlerim, resimlerim, sevinçlerim Kağıtlar, kelimeler ve renkler oyuncaklarımdı Denize bakmayı severdim de içine giremezdim Boğulmaktan korkardım, güz yaşındaydım Kendi içimde kaybolmuş gibiydim Kime şikayet etseydim korkularımı bilemezdim Kimse maskesini çıkarmıyordu yüzünden Ele vermiyordu kimse kendisini Akdenizli bir hüzün yalıyordu yüzümü İncinen bir anlam taşıyordu gözlerim Taşıyordum başkalarından ve kendimden
Hiç kimseyi kıskanmadım ve sevmedim kalabalığı Şiirin ve resmin evinde tenha durmak yetiyordu Şair gibi yaşadım, kendi hayatımı yaşayamadım Belki kendimi, belki hayatın sırrını, belki hiçliğin tadını Belki birey olabilmenin kahredici yalnızlığını Kim bilir belki de küçük avuntularla kendimi kandırıyor Ya da kendime katlanmaya çalışıyordum Belki de hızlı çeviriyordum sayfalarını ruhumun Ve sonunda ben de kendime alıştım
Şarkılar mırıldanır vedalara tutunurdum Beyhude olduğunu bile bile Kelimelerin gurbetine düşerdim Bazen küserdim kelimelere Bazen şımartırdım onları Arkadaşlığın lunapark gönlü konuşkandı Saflığın çiçeği güzel ve derin kokardı Asla somurtmazdı gecenin ışığı Bahçeyi nasıl sevdiysem avluyu da öyle sevdim Haddini bilmek konusunda üstüme yoktu Fakat haddini bilmeyenlere en ağır cezaydı yokluğum
Yokluğun da bir fiyakası vardı çünkü Ve bilirdi dostlarım bir heves çocuğu olduğumu
Sonra çok sıkılırdım yosun tutmuş hayatlardan Ağzı nektar kokan hiç kimseydim, belki de çok kendimdim Aşk suçu işliyordum durmadan ve dudağımda neşeli bir ıslık Anılar nehri akıyordu şuramdan ve herkes düşlerine aşıktı Kurmaca bir hayatım olmadı hiç Bu yüzden mi roman yazamıyordum, bilmiyordum Bilmemenin tadını çıkarırdım, sahilde bir imgeyle yürümenin Yıldızlarla akraba olmanın tadı başkaydı Kazanmak bana göre değildi, kaybedenlerdendim Cömertti kalbim, nerede üşüyen bir ruh görse onu ısıtırdı Tutkulu ve gönlü bol bir sabırsızdım Hiçbir anıyı terk edemeyecek kadar vefa doluydu kalbim Acırdı hep masum ve ıssız yanım Hem panik hem atak bir sızıydım Güzel bir şiir okuduğum zaman içim yanar ağlardım Bir dostun iyilik dolu bakışıyla sarhoş olurdum Sarhoşluk eskimeyen mesleğimdi benim Rakı içmek teselliydi bana, şiir gibi Meyhane bir gülümseme bahçesiydi benim için Hayat bir başka kokuyordu incirin ve narın yanında Türkülerin ve şarkıların yanında Hayat hiç devrilmiyordu üzerime Kinaye yok, öfke yok, kibir yoktu Savrulmak vardı başka diyarlara Gençliğin mavi sularına savrulmak vardı
Kaçıp kurtulamıyordum bana her şeyini veren Elimden tutan, beni en derin maceralara götüren Bana sadık, beni hiç aldatmayan İstanbul’dan İstanbul su gibi bir rüyanın kardeşliğiyle akardı Arkadaşlığın ülkesinde mahcup kalandım Bir aşk tiryakisiydim kiraz kadınların bulutlarına sarılacak kadar Yaz damlıyordu çakırkeyif gönlümden Yalnızlığımın uykusuz komşusuydu İstanbul Ve ben İstanbul’u kadehime koyar Sonsuzluğu ve kendimi içerdim
Ten ve gül arasında kanatsız melekler üzgün Kime inansam adresini terk ediyor Kime inansam önce o öldürüyordu beni Hayatı hep yeniden okumak çabasıyla demlenirdi
Şu benim şaşkın ruhum Ve benim şu esrik ruhumu kim dansa kaldıracaktı
Hasret yontucusuydum Ve el değmemiş bir sürgündüm sizdeki aşka Şiirin bulutlarına çarpa çarpa koşardım Kuşlara kadar yolum vardı, bilirdim Ve son yazların iflah olmaz divane çocuğuydum Eskimeyen bir efkarla yıkanırdı gövdem Yaşsız bir masaldım, sıkılmanın altın çağını yaşardım Mahsur kalırdım delirmiş bir yaranın içinde Ne çabuk kirlenir ve çürürdü her şey Hassas ve kırılgan, dalgın ve sevimli bir budalaydım Her gün gül açardım korkudan Defosuz hayatlardan ahşap rüyalar çıkarırdım kendime Kendime bir su gibi akardım Su düş görür, su acıkır, su sırrını açardı bana Suyun kanatları ve aklı vardı Suyun görgüsüyle emzirirdim kelimelerin ruhunu Güz evinde oturur, güneş biriktirirdim kalbimin avlusunda
Bana hep yağmur armağan edildi
Koynumu ısıran hayal makasları bir de
Sevgili Ünlemcim,
Şiirin böyle noktalamasız olmasını yeğleyenler var; ama ben noktalamalanmasından yanayım; çünk noktalamanın sese ve anlama katkısı olduğunu sanıyorum. O imlerin musikideki bemoller, diyezler, esler gibi fonksiyonları olduğunu düşünüyorum.
Yine uzattım sözü.
Hoşça kal.
Şiirde kal,
Şiir kal.
Sevgimde kal.
Ahmet Ümit Aloğlu
i "Dedi kodu ederken kötü huylu kişi kendi kusurunu iyi bir şeymiş gibi anlatır, Çingene delikanlısı kendini överken yaptığı hırsızlığı söyler.