Emekli olduğum günlerde içimde sönmeyen ateşin harlandığını sandım, öyküler yazmaya karar verdim. Oysa öğretmenliğe başladığım yıllarda, Yeni Dergi'ye gönderdiğim bir öyküm için Hüseyin Cöntürk, incelik göstererek "Şiirinizi aldım, önümüzdeki sayıda yayınlanacaktır, yenilerini bekliyoruz; telif ücretinizi adresinize gönderdim" içerikli bir mektup göndermişti. Ne büyük bir heyecan ve gurur, ne büyük bir yıkım yaşamıştım. Öykümü, ülkemin yaşayan eleştirmenlerinin en önemlilerinden biri, Yeni Dergi'nin editörü şiir saymıştı. Daha vahimini de yaşadım bu öykü nedeniyle: “Yeni Dergı’nin “Helenler”in birincisinin yayımlandığı sayısını izleyen nüshasında, Garip akımı temsilcisi, sonra İkinci Yeni şairi ünlü Oktay Rıfat, Agememnonlar" adlı metinler yayımladı. Agemeomnonları okuyan bazı tanıdıklar, "Neden Oktay Rıfat'a mal ettin güzelim öyküyü?" dediler.
Artık yazmamın gereği yok kararımın üzerinden kırk yıl geçtikten sonra harlandığını sandığım ateşin peşine düştüğümde, "öykü ne alemde?" sorusuna cevap aradım. İmece Öyküler, İmge Öykü, Notos, Dünyanın Öyküsü gibi öykü dergileri yanında diğer edebiyat dergilerinde yayımlanan öykülere bakmayı gereksindim.
Bu süreçte Murat Gülsoy, Özcan Karabulut, Semih Gümüş gibi kendilerini usta sayan birilerinin "yazma" kursları verdiğini öğrendim. Bu ustaların sorumluluğunda yayımlanan dergileri aralıksız izlemeye başladım. Bunların arkasında "Can Yayınları"nın "Öykü Gazetesi" geldi.Onu da izlemeye aldım. Öyle dergileri izleyeceğim diye kitap okumaya zaman bulamaz oldum. Ancak bir süre sonra bir şeyin farkına vardım: Ülkede bir öykü hegemonyası kurulmuştu. Sözünü ettiğim dergilerde, hatta diğer yazın dergileri Sözcükler, Yasak meyve, Kıyı vs vs... yayımlanan öyküler, aynı izleği işleyen, aynı kalemden çıkmış, soyut, bilinç altına iniyorum zannıyla karanlık ve anlaşılmaz, belki apokalipse düşmüş metinlerdi.
Bunlar öyküyle bağlarımı yeniden kopardı.
(Bu arada, Ayfer Tunç gibi, Yekta Kopan gibi, Seray Şahiner gibi (Hepsini sayacak kadar yerim olmadığı için üzgünüm.) canım canım öyküler yazanları anmazsam haksızlık olur.)
Oysa öykü, şimdilerde "hiperaktif" denilen sabırsız, usangaç, yeniliğe doymaz kişiliğime çok uyan bir edebiyat türüydü. Elbette çok hacimli eserler de okuyordum ancak Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Sabahattin Ali, Haldun Taner, Sait Faik gibi yazarlarımızın öykülerini iki ders ya da öğle aralarında, ders bitimi eve dönerken otobüste, parkta gezerken yorulup oturduğum bir bankta okumak bana uygun ve keyifli geliyordu...
Sıra yazmaya gelince, yüze yakın metin ürettim öykü diye; fakat yazdıklarım öykü olmadı. Yazmayı da bıraktım.
Sağ ol Abidin Yağmur. "Pazartesi"nde yitirdiğim kardeşimi bulmuş gibi oldum. Düzeltmen Anıl Hakbilir'in ufak tefek atlamaları, senin bitmiş öyküye illa da kendine dair bir/ birkaç cümle daha ekleme kaprisini bir yana bırakırsak güzel bir öykülük olmuş "Pazartesi".
Celal Temel'in de dediği gibi "Salı"yı, "Çarşamba"yı; haftanın diğer günlerini beklemek hakkımız...
Bu yazı burada bitti; ama ben de senin gibi illa da bir cümle daha ekleyeceğim:
Öykülerinde sıradan insanları, emekçileri, işsizleri bilinç gözlüğüyle gözlemleyerek, gerektiğinde yerel ağızları da kullanarak yerli yerince betimlemen bana Çehov'u, Ahmet Mithat'ı, Refik Halit'i, Maksim Gorki'yi anımsattı; seni kutluyorum.
Lütfen "Öykücü Abidin'i işsiz bırakma...
Ahmet Ümit Aloğlu