İstanbul bir zamanlar, başkentler kraliçesi diye anılırdı, başkentliği elinden alındıktan sonra da
kentler prensesi diye anılır olmuştu. Şimdi ise... Şimdi durum farklı.
Kimi siyasi partilerin Cumhuriyetin başkentini İstanbul'a taşımak istemelerinin, kraliçenin cazibesinden
çok başka nedenleri olduğunu biliyoruz. Ancak o, kimi gönüllerde, devletin değilse de bir çok özelliği ile
birçok şeyin başkentidir hala.
Hemen bütün başkentler bir ırmağın kenarına kurulmuşlardır; o ise lacivert bir ırmak gibi akan boğazın
yakamozlarını seyreder.
Diğerleri birer düzlüğe yayılırlar; o yedi tepenin etrafına... Diğerleri birer devletin
başkenti olmuşluğun gururunu yaşar; o ise birçok İmparatorluğa başkentlik yapmış olmanın gururunu...
Diğerleri coğrafi bir ülkededir; o ise iki kolunu iki kıtaya uzatmış bir mitolojik tanrıça gibidir.
Diğerleri, kendi ulusunun kültürünü yüceltirken o, bir kültürler bileşkesidir. Bizans ölürken o,
bir sefihti. Osmanlı ölürken son nefesiyle bile İmparatorluğa hayat vermeye çalışan kahraman...
İttihat ve Terakkiyi anlatan romanında Ahmet Ümit, ondan "Paris gibi olmasa da
geleceğin Paris'i olacak kadar yeniliklere açık...
Sadece fırsatları elinden alınmış, sanayisi yok, kültürü gelişmeye muhtaç, insanları eğitimsiz.
Ama umudu var..." diyor. Oysa İstanbul şimdilerde yoğun bir umutsuzluk yaşıyor; ihtiyarlık günlerinin
sonuna gelmiş yatalak bir hasta gibi görünüyor... Şurasından burasında fışkıran gökdelenleri kanser
hücrelerini andırıyor.
Eğer bir prens çıkagelip kurtaramazsa prensesimizi, ölümü mukadder görünüyor...