Bizim sosyal yapılanışımızda bir terslik var; bu nedenle sorunlarımıza çözüm bulamıyoruz. Eğer sosyal yapılanışımız, yani toplumsal biçimlenişimiz doğal seyrinde olsaydı, karşılaştığımız sorunları çözerek ilerlerdik. Öyle yapamıyoruz; çünkü bizim için sorun olanlar, insanlık için sorun olmayabiliyor ve insanlar bizi anlayamadıkları gibi sorunlarımızın çözümüne katkıda bulunamıyorlar, bize yardım da edemiyorlar.
Türkler kendi inanç sistemlerinden İslamiyet'e, yaklaşık 400 yıl süren savaşların sonunda geçti. Yani 10. yy'dan bu yana bir dönüşüm, bir değişim, bir dinsel, düşünsel ve kültürel biçim değiştirme yaşamaktayız. Bu değişime siz demografik değişimi, teknolojik değişimi de katabilirsiniz. Bu uzun tarihi süreçte biz, siyasi anlamda ulus devlete ulaştık. Bilindiği gibi Batı'da Ulus devlete, toplumsal ve ekonomik gelişmenin sonucunda varılmıştı. Yani önce burjuva sınıfı oluşmuştu. Burjuvazi ise yeni bir hayatın öncü gücü olmuştu. Tüccar Burjuvazi şehirleri canlandırdı, devletini de kurdu. Bizde ise işleyiş tersinden gelişti. Önce ulus-devlet kuruldu, ulus-devlet de kendi burjuvasını yaratmak için çalıştı. Vehbi Koç'un, Sabancı'nın anılarını, haklarında yazılmış eserleri, romanları okuduğumuzda nasıl zengin olduklarını, nasıl fabrika sahibi olduklarını incelediğimizde devlet eliyle neredeyse zorla burjuvalaştırıldıklarını görüyoruz.
Marksizmin tespitine göre Batıda ulus devlet, kapitalizmin bağrından çıkmıştır. Bizde ise Kapitalizm, ulus devletin bağrında büyütüldü.
Bu yapılanışta değişmeyen, ulusu, aydınları şaşırtan, İslamiyet öncesinden gelen, İslami Türk devletlerinde de özenle korunan bir duygu vardır: Hakana, kağana, sultana, lidere - adı ne olursa olsun- siyasi otoriteye bağlılık... İnanç sistemimiz bu duyguyu pekiştirmektedir: Ulu'l-emre itaat!
Ulus, başındaki kişiye baba, devletine de baba metaforuna uyarak "devlet baba" demişiz. Devlet Ana, Kemal Tahir'in hayal dünyasını süsleyen bir eğretilemedir. Devlet sevgi, şefkat, koruma, kollama, geleceğini hazırlama misyonu ile donanmış "analık" içgüdüsüne değil, hükmetme, itaat etme, emretme gibi güç odağı duygularla donanmış "babalık" duygusuna sahiptir.
Bu gerçeği bilen Süleyman Demirel "Baba" lakabıyla siyaset yaptı. (Recep Tayyip Erdoğan'a baba değil "reis" denmesi, rastlantısal değildir; çünkü AKP, kuruluşundan itibaren devletle kavgalı olmuş, liderinde de Asrın liderliği misyonunu görmek istemiş, onda "baba" misyonu görmek istememiştir.)
Sosyal demokratların açmazı bu noktadadır; analık duygularıyla devleti yönetmek isteyen; yani buyruk alan kimlikleriyle buyruk veren makama gelmek istemekte, devletin gücünü artırarak devleti daha güçlü devlet baba haline getirmek istemektedirler.
Bu büyük bir çelişkidir.
Sosyal Demokratlar önce devleti "ana " mitosuna döndürmeyi, devlet partisi olmaktan süratle çıkıp evlatlarının partisi olmayı denemelidirler.
Ahmet Ümit Aloğlu