Bu gün 03.06.2024. Nazım’ı kaybedişimizin 61.yılı. Onu sanatı, eseri, barış adamı oluşuyla alkışlıyorum.
Nazım Usta, bütün yönleriyle incelendi, yazıldı. Daha da incelenecek, yazılacaktır; çünkü buna değer.
Gözlerim yeni bir çalışmaya izin vermiyor; bari eski bir çalışmayla olsun büyük sanatçımızı anayım istedim.
ADD benden Nazım’ı anma etkinliğine katılmamı isteyince heyecanlandım. Aynı heyecanı, İçel Sanat Kulübü’nün yine Nazım konusunda yaptığı bir etkinliğe çağrıldığımda yaşamıştım. Çoğu konularda bu heyecanı duymuyorum. Neden Nazım söz konusu olunca böyle heyecanlanıyorum?
Bu, Nazım’ın büyüklüğü karşısında söyleyeceğim her sözün cılız kalacağını bilmenin verdiği bir korkudur ve ben, o korkuyu heyecan sanıyor olabilirim.
Nazım’ın çok yönlü bir sanatkar olduğunu hepimiz biliyoruz. Böyle bir toplantı ortamında birçok şey söylenebilir, bu büyük ozan için. Ben, en az konuşulan yanlarından birinden söz edeyim istedim. İzniniz olursa, bu konuşmamı “dil” ile sınırlandıracağım. Yani sadece Nazım’da dil sevgisinden, Türkçe sevgisinden ve Türkçemizi kullanışındaki ustalıktan söz edeceğim. Bu konuşmamı, bir bilimsel bildiri –tebliğ- olarak algılamamanızı, konuşmamın sonunda olası yanlışlarımı düzeltmenizi, eksiklerimi tamamlamanızı, alçak gönüllülük gösterip katkıda bulunmanızı dileyerek başlıyorum:
Bu sunumda, Nazım’ın 1928 sonrası şiirleri, bu şiirlerde kullandığı dil ve dile bakışı ele alınmıştır. Bu tarihten önceki şiirlerinin zaten kendisi de bir çoğunu yayınlamamıştır. Onlar Nazım’ı temsil etmezler. Şairin o dönem için dile bakışını anlatan bir sözü, bir yazısı da yoktur elimizde. Zaten Nazım da henüz şekillenmemiştir, o dönemde. Bir şiirinde karşımıza bir Mevlânâ müridi olarak çıkar:
MEVLÂNÂ
Sararken alnımı yokluğun tacı
Gönülde silindi neşeyle acı
Kalbe muhabbette buldum ilacı
Ben de müridinim işte Mevlânâ
Ebede set çeken zulmeti deldim
Aşkı içten duydum Arş’a yükseldim
Kalbden temizlendim huzura geldim
Ben de müridinim işte Mevlânâ
Bazı şiirlerinde ulusçudur:
IRKIMA
Ey ırkım sen bir zaman
Avrupa’yı titreten
İstanbul’u fetheden
Fatihlere maliktin.
Ateş saçan sahralada harbeden
Cengavere sahiptin
Bir zamanlar Avrupa
Cehl içinde yüzerken
Yine sen ey ırkım
İlm-i vakte aşina
Alimlere maliktin
Neden bugün Avrupa
Sana meydan okusun
Neden bugün
O cehalet yuvası
Sana meydan okusun.
Bazı şiirlerinde bir mümindir:
“HAK YOLLARI”
O yolardan kervan geçmez, kuş geçmez
Oralarda nur doludur her gece
Yürüdükçe uzar uzar günlerce
O yollardan kervan geçmez kuş geçmez.
O taşlıklar asırlardır kimsesiz
Fakat bugün işte onun ezelî
Sükûtunu ihlâl eden yalnız biz
Yürüyoruz Hakkı sezdik sezeli.
Uzatmayayım, benim burada sözünü edeceğim Nazım, bu ilk gençlik yıllarındaki, henüz sosyalizmle tanışmamış Nazım değil. Benim sözünü edeceğim Nazım,
TÜRKİYE İŞÇİ SINIFINA SELÂM
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selam yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
Haklı günler, büyük günler,
Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
Ekmek,gül ve hürriyet günleri.
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Meydanlarda hasretimizi haykıranlara,
Torağa, kitaba, işe hasretimizi,
Hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza.
Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
Karanlığını yobazın
Ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Diyen Nazım’ın dil sevgisi ve dilimizi kullanışındaki ustalıklardan söz edeceğim.
Böyle bir konuya yine onun dizeleriyle başlamanın doğru olacağını düşünüyorum:
Türküler söylendikçe Türk diliyle
Seni seviyorum gülüm, dendikçe Türk diliyle
Türk diliyle gülünüp
Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça,
Ben anılacağım
Doğrusu, işte anıyoruz onu. Kim bilir daha nice yıllar, insanlar anacaklardır Nazım’ı. Bana kalırsa, emperyalistler böyle azgınlaştıkça daha da çok anılacak....
Politikaya girmeyeyim.
Ne demek politikaya girmeyeyim?
Kimileri, bir zamanlar, Nazım’dan söz ederken, “İdeolojisi ne olursa olsun, ben şiirinden söz ediyorum. Düşünceleri, ideolojisi beni ilgilendirmez...” gibi sözler ederlerdi. Bu tür sözleri söyleyenler hâlâ aranızda varsa, beni bağışlamasalar da söyleyeceğim, yaklaşımları yanlış. Kendisi bu konuda şunları söylüyor:
“ Şiir dili, vezin dili, konuşma dili diye ayrı ayrı dil yoktur. Bu dilin içinde hayatın bütün unsurları vardır. Şair, şiir yazarken başka şahsiyet, konuşurken veya kavga ederken başka şahsiyet değildir.”
Nazım, düşüncesiyle şirini birleştirmiş, bir şairdir. Başka türlü de olamazdı zaten, Bütün büyük şairler öyledir. Yunus’u tasavvuftan ayırarak düşünebilir miyiz? İstanbul ve cihangirlik fikirlerini bir yana atarsak Yahya Kemal’den ne kalır. Aydınlanmacılığını unutursak Dağlarca’yı nasıl anlayabiliriz?
Burada sözü uzatmadan şunu söylemek istiyorum, Nazım, dünyaya nasıl bakmışsa, yaşama nasıl bakmışsa dile de öyle bakmıştır. Onun dil kavgası; aydınlık kavgası, sosyalizm kavgasıdır. Dilini en güzel şekilde kullanmayı isterken, davasına hizmet edecek sözleri en güzel şekilde söylemeyi amaçlar:
“Dilimin sözleri değerli taşlara benzer... Ben bir kuyumcu yamağıyım. Bu aydınlık taşları birbirine çarparak işitilmemiş sesler çıkarmak istiyorum.” diyor.
Dil devrimine yaklaşımı da, devrimci bir yaklaşımdır:
Diyor ki: “... Türkçe bir dönüm yerindedir. Er geç bu dönümü dönecektir. Dilimizin temizliğe, güneşli su gibi ışıklığa doğru akışının önüne geçilemez. Dönüm yerleri köpüklü olur, bulanık olur... Dönüm yerinde su dalgalıdır... Dilimiz de dönümünü dönerken köpüklenecek, bulanacak, dalgalanacak.... Bu köpüklenmeden, bu bulanmadan tiksinenler, korkanlar olacaktır... Onlar, ağır kokulu, durgun, ışıksız sularda yüzmeye alışmışlardır....Dilimizin bugün içine girdiği dönüm yeri, konuşma diliyle yazı dili arasındaki derin ayrılığı kaldıracak; yalnız, ikisini de temizleyerek, ışıklandırarak bu işi yapacaktır. Ben kendi payıma, ne yeni sözlerden korkuyorum, ne de birçoklarını yadırgıyorum. ...Dil, yürüyor. Yürüyenin önünde durulamaz.”
Bilindiği gibi Kurtuluş Savaşı, salt Anadolu’dan sömürücüleri kovan bir savaş değildir. O savaş, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasını, yeni Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasını da belirler. Cumhuriyet, her alanda olduğu gibi, düşüncede de bir yeniliktir ve bunu belirginleştirecek, yaşamsal kılacak olan dildir. Dilimizin Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki durumu, başka bir söyleyişle Nazım’ın şiire başladığı yıllardaki durumu, abartmıyorsam, içler acısıdır. Cumhuriyetin kurucuları bunun bilincindeydi. Dilimizi o haliyle bırakmaları düşünülemezdi. Ne yapmak gerekiyordu? Atatürk, “dilimizin yabancı diller boyunduruğundan kurtarılması” gerektiğini söylemişti. Dilimizin büyük bir dil olduğunu işlenmesi gerektiğini söylemişti. Dilimiz nasıl gelişecekti? Burada Türk Dil Kurumu’nun yaptıklarını anlatacak değilim, Nazım’a kulak vermek istiyorum:
“Geniş konuşma dilimizden diyor, Nazım, yazı dilimize sokacağımız her yeni söz, aşıntıya, silikliğe, alışkanlığın boyasızlığına, ölülüğüne karşı dikilmiş bir yapıdır.”
Bu sözleriyle, yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılacak, geliştirilecek ve halkın söyleyişlerine kavuşacak olan yeni Türkçe ile ürün verecek olan sanatçılara bir aydınlık yol gösteriyordu: Konuşma dilimizden, halkın dilinden yararlanılacak; oradaki sözcükler, sözler, söyleyişler yazı diline sokulacaktı. Kendisi bu yolda yürüdü. Gerçekten bu yolda yürüyenler arasından çıkmaktadır, ulusumuza onur veren yazarlar. Bunların başında da Nazım’ın bulunduğunu artık bilmeyen yok. Kendisi de bu onurdan alacağı payı şöyle anlatır:
“Dünyanın en iyi insanlarından olan Türk halkının ve dünyanın en güzel dillerinden biri ve belki de en başta gelenlerinden olan Türk dilinin yabancı diyarlarda tanınmasına vesile olabilmek, ömrümün en büyük sevinci ve şerefi olur. Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse, ben de Türk dilini öyle seviyorum....”
Bir ulusun sevinci ve onuru olabilecek düzeyde eserler yaratabilmek nasıl olanaklıdır? Sorunun yanıtını Nazım’dan alabiliriz?
“...Her sosyal devir, kendi sanatını ve kendi bünyesinde yaşayan hakim sınıflarla mahkum sınıfların sanatını vermiştir... Osmanlı denen nesne Osmanlı İmparatorluğu ile yıkıldı ve şimdi Türkçe’yi işlemekle meşgulüz.”
Her yenilikte, her atılımda, deyim yerindeyse her devrimde olduğu gibi dilin ilerletilmesi, arılaştırılması, geliştirilmesi girişimleri karşısında da birileri ortalara dökülüp bir bardak suda fırtınalar koparmaya çalışmışlardır. Bu konuda da şunları söylüyor büyük usta:
“Halifeliğin cehennemin yedi kat dibine yuvarlanmasından şapkanın giyilişine dek, bir devrim bakımından, atılan her adımda yürekleri parçalananlar oldu. Bir devrim sözüyle emperyalizmin denize dökülüşünden, temiz Türkçe’nin işlenmesine kadar yapılan sıçramaların ağrısını, gırtlaklarına sarılmış bir pençe gibi duyanlar vardır.”
Onların, o devrimlerin her adımını gırtlaklarına yapışmış bir pençe gibi duyanların devrimin rüzgarı önünde nasıl pıstıklarını, nasıl sinip gizlendiklerini, zamanla karşı çıktıkları sözcükleri, söyleyişleri bile kullandıklarını, şimdilerde ise, nasıl yeniden Osmanlı’yı canlandırmak istediklerini, Osmanlıca’yı diriltmek istediklerini, nasıl ülkeden can pahasına kovulmuş sömürücülere yeniden kul olmaya çalıştıklarını, bu arada dilimizi de nasıl kullandıklarını söylemeye gerek yok. Konuyla ilgilenenler, çeşitli TV ekranlarında, ilgili ilgisiz birilerinin nasıl Osmanlıca savunuculuğu yaptıklarını izliyorlardır.
Onlar, kendi ideolojilerinin gereğini yapıyorlar. Kendi açılarından haklıdırlar. Çünkü onlar, Nazım ustadan şunu öğrendiler:
“Kabukla çekirdek, içle dış, kalıpla öz arasındaki bağın en iyi örneğini, dilimizin son yıllarda geçirdiği değişikliklerde görebiliriz. Bir bakıma, söz bir çekirdekse, bir özse, yazı onun kabuğu, onun kalıbıdır. Yeni alfabe kullanılmaya başlandığından beri, dilimizdeki birçok Arap, Acem sözleri, eski yazıya- eski kalıba tıpatıp uyan sözler, yeni yazıya, yeni kalıba uyamaz, yeni kalıba sığamaz oldular. Dilimizin yeni özü de eski yazı dili kuruluşunun kalıbına uyamaz, bu kalıba sıkışamaz olmuştur. Yeni çekirdek, eski kalıbı parçalamıştır; kendine uyan yeni bir kabuk yaratacaktır.”
Bilindiği gibi, şiir, biçimsel yapısı gereği, doğal olmayan bir söyleyiş olarak kabul edilir. İnsanlar, romanlardaki, öykülerdeki, oyunlardaki gibi konuştuklarında yadırganmaz ama şiirlerdeki gibi konuştuklarında yadırganır. Nazım başlangıçta, sese önem veren şiirler yazdı. Şiirde sesin işlevini biliriz: Şiirdeki ses düzeni ile şiiri okurken çıkan sesler aynı şeyler değildir. Şiirin kendisinde bulunan seslere, okuyucunun kattığı ses özellikleri değişik şeyler olmak bakımından okuyucununkiler, şiire farklı değerler katabilir veya şiirden bir şeyler götürebilir. Şiirdeki sesin bir anlamı vardır. Elbette, bu bağlamda şiirin müziği, şiirdeki ahenk söylemlerini doğru bulmadığımı söylemeliyim. Müzikteki melodi ile dildeki alçalma ve yükselmelerin, cümlenin dalgalanan alçalış- yükselişleri arasında büyük fark vardır. Şair, ses değerlerini tekrarlayarak, değişik ses kalıpları kullanarak şiirinin anlamına güç katar. Bütün amacı da diyeceğini, normal konuşma dilinde söylemekten ötede bir biçimde, daha etkileyici, daha kalıcı söyleyebilmektir. Bu bağlamda diyebiliriz ki, kendine özgü ses örgüsü olmayan şiir yoktur. Nazım’ın şiirlerinde, dili kullanış biçimine baktığımız zaman, amacına ulaşmak, yani söylemek istediklerini okuyucuya tam olarak ulaştırabilmek için, dilimizin ses özelliklerini ustalıkla kullanır. Ses öğelerini öylesine ustalıkla kullanır ki, şiiri kendi isteğinize göre değil, şairin istediğine göre okumak zorunda kalırsınız:
trrrrım,
trrrum,
trrrrum!
Trak tiki tak!
Makinalaşmak
istiyorum!
Beynimden etimden iskeletimden
geliyor bu!
Her dinamoyu
altıma almak için
çıldırıyorum!
Benerci’de de böyle, bir anlamda fütürist diyebileceğimiz bölümler okuruz. Buraya burada girmeyeceğim. Sadece bir örnekle yetineceğim:
Adım
Adım.
Adım- lar
adım – ları...
Kal- dırım.
kal-dırım.
Kal – dırım – lar
kal – dırım- ları...
Cad- de...
Cad – deler
Kalabalık...
Ka – la – ba – lık
itiyor
iki
yana
apar – tıman – ları....
Ancak, özellikle de 1936’dan sonraki çalışmalarında, bu kabuk- çekirdek benzetmesi doğrultusunda, işlediği kıskançlık, felsefe, tarih, toplumbilim, eleştiri, tartışma, yergi, ağıt, anı, yolculuk, aşk, sevgi, öfke gibi konularda yeni denemeler yaptı, özle biçimi birleştirdi, romanlar, öyküler oyunlar ve elbette şiirler yazdı, bunların hepsinde, bunlara bakış biçimini yani düşünce sistemini en iyi şekilde anlatabileceği bir dil ve söyleyiş arayışlarına girdi. Söylemini daha çok okuyucuya ulaştırabilecek, daha çok sayıda okuyucudan beğeni alabilecek söyleyişleri seçti. Çünkü;
“Şiirlerim, okurlarımın tüm sorunlarına yanıt versin istiyorum. Bir delikanlı bir kızı sevdiğinde, şiirlerimi okusun. Yaşlı bir adamı ölümün kederi kapladığında, şiirlerimi okusun. İnsanlar, 1 Mayıs gösterilerine giderken şiirlerimi okusunlar. Bürokratın biri size kötü bir oyun oynadığında, şiirlerimi okuyun.”
diyordu.
Böyle herkesin okuyacağı şiir, Osmanlıca ile yazılabilir miydi? Yazılsa bile halkın ne kadarı anlayabilirdi? Osmanlıca’yı bu halkın ne kadarı biliyor, ne kadarı anlıyordu? Üstelik O’nun söyleyecekleri yeniydi, yeni bir dili ve biçimi gerektiriyordu. Ancak burada şunu söylemeden sürdüremeyeceğim sözlerimi, her sanat dalı gibi yazın da geleneğine yaslanmazsa başarılı olamaz. Geleneğine yaslanmak sözleriyle, geçmişte yapılanları bilmeyi, onun temelinde yükselmeyi anlatmaya çalışıyorum. Nazım, eski şiirimizi çok iyi biliyordu. Onun sesinden, söyleyişlerinden, biçimsel özelliklerinden alabildiğine yararlanmıştır. Kendi şiirini kurarken, yeni biçimler ararken de ondan yararlanmış, böylece kendi özgün şiirine ulaşmıştır. Örneğin, Osmanlıca’ya sapmadan, divan şiirinin sesini yakalayabilmiştir:
Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanından:
Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
Duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musa’yı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak
Çelebi Sultan Mehmet tahta çıkmış hünkâr idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Âl Osman ülkesinde esen
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi.
Köylünün göz nuru zeamet
alın teri tımâr idi.
Kırık testiler susuz,
su başlarında bıyık buran sipahiler var idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar
Köpüklü atlar kişner iken
Çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi
Tarumar idid
Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi,
Ahüzâr idi.
Burada duyduğumuz Divan sesidir. Halk şiirinin sesini de aynı yapıtında köylü söyleyişine ulaşarak yakalayabilmiştir:
Karanlıkta durdular.
Sözü O aldı,dedi:
“- Ayasluğ şehrinde Pazar kurdular.
Yine kimin dostlar
Yine kimin boynun vurdular?”
Yağmur yağıyordu boyuna.
Sözü onlar alıp
dediler ona:
“-Daha Pazar
kurulmadı
kurulacak.
Esen rüzgâr
durulmadı
durulacak.
Boynu daha
vurulmadı
vurulacak.”
Karanlık ıslanırken perde perde
Belirdim onların olduğu yerde
Sözü ben aldım, dedim:
“- Ayasluğ şehrinin kapısı nerde?
Göster geçeyim!
Kalesi var mı?
Söyle yıkayım.
Baç alırlar mı?
De ki vermeyim.
Sözü O aldı, dedi:
“- Ayasluğ şehrinin kapısı dardır.
Girip çıkılmaz.
Kalesi vardır,
kolay yıkılmaz.
Var git al atlı yiğit
var git işine!...”
Dedim: “- Girip çıkarım!”
Dedim: “- Yakıp yıkarım!”
Dedi: “- Yağış kesildi
Gün ağarıyor.
Cellat Ali,
Mustafa’yı
çağırıyor!
Var git al atlı yiğit
var git işine!...”
Dedim: “- Dostlar
Bırakın beni
Bırakın beni
Dostlar
göreyim onu
göreyim onu!
Sanmayınız
dayanamam.
Yandığımı
el aleme beli etmeden yanamam!
Dostlar
“Olmaz!” demeyin,
“Olmaz!” demeyin boşuna
sapından kopacak armut değil bu
armut değil bu,
yaralı olsa da düşmez dalından;
bu yürek
bu yürek benzemez serçe kuşuna
serçe kuşuna.
Devrim, onun tek sorunuydu. Bu yeni öz, kendisini anlatmaya elverişli bir kalıp gerektiriyordu. Bu içeriğin yaratacağı kalıp, eski kalıbı ve o kalıba uyan sözlerle yaratılan, yaratılan galiba doğru olmadı, aktarılan düşünceleri de yok edecekti. Birileri, yani dil devrimine, dilin gelişmesine, arılaşmasına karşı olanlar, bunun farkındaydı. Dil devrimine karşı olanları bir düşünün, hepsi aslında devrime, aydınlığa, insanlığın güzel günlerine düşmandırlar.
Nazım onları, ünlü şiirinde şöyle anlatıyor:
Onlar, ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Bu ümidin düşmanları biliyorlardı ki Nazım da, diğer ozanlarımız da, yazarlarımız da eski dili bilmez değiller, eski yazıyı bilmez değiller. Hatta Nazım’ın Osmanlıca’yı iyi bildiğinin de farkındaydılar. Nazım, ailesini geçindirmek için cezaevinde çeviriler yaparken, Fikret Adil, çevirsin diye O’na Manon Lescaut’yu gönderir. Bu konuda, bir mektubunda şunları yazıyor:
“Bana tercüme edilecek bir kitap geldi, Fikret Adil’den. Manon lescaut. Tercüme etsin diye ona göndermişler, o da bana havale etti. ...Bu zanpara papaz efendinin berbat bir Fransızca’sı var. Daha doğrusu Fransızca’nın Osmanlıca’sıyla yazıyor ve Türkçe’ye değil, Osmanlıca’ya çevrilseydi çok kolay ve tıpatıp aynı üslupta olacaktı.”
Bu araya şunu sıkıştıralım: Çeviriden nefret edermiş.
Osmanlıca’yı böyle iyi bilen, Fransızca’yı böyle iyi bilen bu yeni dilden yana olanların eskiyi bildikleri halde yeni dili savunmaları ne demekti? Yeni dil demek aynı zamanda onunla ulaşılacak, anlatılacak, o kalıpta üretilecek yeni düşünceler demekti. İşte dile karşı olanlar, aslında yeni olana, iyiye ve güzele düşmandılar. Yeninin, iyinin ve güzelin halka ulaşmasını istememekteydiler. O ise yalnız bunu; yani iyinin, güzelin, mutlu yarınların peşindeydi ve bunları anlatabilecek yeni bir biçim, yeni bir dil üretmesi gerekiyordu. Nazım’ın dilini halkı gibi kullanmasının nedeni işte, onların, yani halkın düşmanlarının zıddına iyinin, güzelin, doğrunun halka ulaşması isteğidir; devrimciliğinin gereğidir.
Bakınız, düşüncelerinin halka ulaşması konusunda giderek şiiri, biçim bakımından da söyleyiş bakımından da daha sadeleşecek, artık özle biçim, çekirdekle kabuk iyice birbirine yakışacak, bir bütün oluşturacaktır.
KARANLIKTA KAR YAĞIYOR
Karanlıkta kar yağıyor
Sen Madrit kapısındasın.
Karşında en güzel şeylerimizi
ümidi, hasreti, hürriyeti
ve çocukları öldüren bir ordu...
Kar yağıyor
ve belki bu akşam
ıslak ayakların üşüyordur.
Kar yağıyor
ve ben düşünürken seni
şurana bir kurşun saplanabilir
ve artık bir daha
ne kar, ne rüzgâr ne gece...
Yüzünü hiç görmedim ve görmeyeceğim.
Bilmiyorum
Belki yüzün hatırlatır
Sibirya’da Kolçak’ı yenenleri;
belki yüzünün bir tarafı biraz
bizim Dumlupınar’da yatana benziyordur
ve belki bir parça hatırlatıyorsun Robespiyer’i.
Ben ne senin yanına gelebilirim
ne sana bir kasa kurşun,
bir sandık taze yumurta,
bir çift yün çorap gönderebilirim.
Halbuki biliyorum,
bu soğuk karlı havalarda
iki çıplak çocuk gibi üşümektedir
Madrit kapısını bekleyen çıplak ayakların.
Biliyorum
ne kadar büyük, ne kadar güzel şey varsa,
insanoğulları daha ne kadar büyük
ne kadar güzel şey yaratacaklarsa,
yani o korkunç hasreti, daüssılası içimin
güzel gözlerindedir,
Madrit kapısındaki nöbetçimin.
Ve ben ne yarın, ne dün, ne bu akşam
onu sevmekten başka bir şey yapamam.
Bilindiği gibi bir ara, “Artık şiir yazmayacağım, galiba ben şairlikten el çektim ve başka bir şey oldum” diyecektir, Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta. O günlerde, Memleketimden İnsan Manzaraları üzerinde çalışmaktadır. Memleketimden İnsan Manzaraları, şiir değildir, roman değildir, öykü değil, destan değil, tiyatro da değildir. Kendisi de böyle söylüyor:
“Geçen gün, Raşit Kemali ile konuşurken yeri geldi, “ben artık şiir yazmayacağım” dedim. Kelime ve terimler üzerinde oynamak istemiyorum. Yani şu yazdığım 3350 küsurluk kitap bir şiir kitabı değil. İçinde şiir unsuru var, hatta bazen teknik bakımdan kafiye filan bile. Fakat aynı derecede nesir ve tiyatro, hatta senin kaydettiğin gibi sinema senaryosu da var. Ve en galip olan, bütünü belirleyen şiir unsuru değil. Ötekiler de değil, demek istiyorum ki, galiba ben artık şairlikten el çektim ve başka bir şey oldum.”
Ona bu sözleri söyleten, Memleketimden İnsan Manzaraları’nda yapmak istedikleridir. Bu eserde yapmak istediklerini şöyle anlatıyor:
“1- İstiyorum ki okuyucu 12000 mısraı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun. 2- İstiyorum ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuya ana hattında belirli bir devirdeki değişik sınıflardan insanları aracılığı ile Türkiye’nin belli bir dönemdeki sosyal durumunu anlatsın. Tabii donmuş bir halde değil, diyalektik akışı içinde. 3- İstiyorum ki Türkiye toplumunu çevreleyen dünya durumu, belirli dönem bakımından, anlaşılsın. 4- İstiyorum ki nereden gelinip nerede olunduğu, nereye gidildiği sorusuna alanımda, yeterli yanıt verilebilsin.”
Bu kadar kapsamlı, bu kadar geniş bir amacı olan yapıtın dili nasıl olabilir diye düşünebilir misiniz? Elbette ırmak gibi akıp giden ve su gibi okunan, kolayca anlaşılan bir yapıt olmazsa 12000 dizeyi kim okurdu?
Bu şair olmaktan el çektiğini söylediği günlerden kısa bir süre sonra, aradan daha altı ay geçmeden şunları söyleyecektir:
“Canım şiir yazmak istiyor, ama manzaralardan ayrı ve taban tabana zıt şeyler, lirik, eski deyimiyle şi’rü hayal dolu tatlı, yumuşak, renkli şeyler. Ben ihtiyarladıkça şunu iyi ve cesaretle anlıyorum ki, sağlıklı, umutlu, hatta yumuşak, kederli, lirik şiir insanlara lazımdır.”
1945 ortalarında bu düşüncesini gerçekleştirmeye başlayacaktır ve dünyanın en güzel dillerinin başta gelenlerinden biri olan Türkçemizle bence dünyanın en lirik şiirlerini, yazacaktır:
Ne güzel şey hatırlamak seni:
Ölüm ve zafer haberleri içinden
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken
Ne güzel şey hatırlamak seni:
Bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının.
İçimde ikinci bir İstanbul gibidir
seni sevmek saadeti...
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti:
Kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak
koyu karanlık...
Ne güzel şey hatırlamak seni
Yazmak sana dair
Hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek:
Filanca gün, falanca yerde söylediğin söz,
kendisi değil
edasındaki dünya...
Ne güzel şey hatırlamak seni
Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine:
Bir çekmece
bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım.
Ne güzel şey hatırlamak seni:
Ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken.
Nazımda özle, yani içerikle biçimin, biçimin en belirleyici öğesi dilin uyumunu sağlamış, yani, konusu, teması ile dilini birleştirmeyi başarmış dünyanın ender şairlerindendir:
Taranta – Babu’ya Dokuzuncu Mektup
Bugün aklıma
yazısız ve çizgisiz
bir resim geldi, Taranta - Babu!
Ve benim, birdenbire
yüzünü değil,
gözünü değil,
senin sesini göresim geldi, Taranta - Babu;
“Mavi Nil” gibi serin,
yaralı bir kaplan gibi derin
sesini senin.
Bir özlem böyle bir üslupla anlatılırsa, bir öfke ve aşağılama da şöyle anlatılır:
Sen çıkmadın,
çıkardılar karşıma seni!
Kıllı, kara elleriyle tutup enseni
gövdeni yerden bir karış kaldırdılar,
sonra birden bire
bırakıp yere
seni pantolonumun paçasına saldırdılar.
Bir düşün oğlum,
bir düşün ey yetimi Safa,
bir düşün ki, son defa
anlayabilesin:
Sen bu kavgada,
bir nokta bile değil,
bir küçük, eğri virgül,
bir zavallı vesilesin!..
Ben, kızabilir miyim sana?
Sen de bilirsin ki, benim adetim değildir
bir posta katarına
bir emir kuluna sövmek,
efendisine kızıp
uşağını dövmek!
Sen de bilirsin ki jurnal esnafı, senin gibiler
tutulup kulaklarından birer birer
teşhir edilirler...
Kendi deyimi ile sağlıklı, umutlu, hatta yumuşak, kederli, lirik şiirlerin insanlara lazım olduğunu söylediği yıllarda, bu tanımlamaya çok uygun düşen rubaileri de yazar:
Diyor ki:
“Rubailerinle çok uğraşıyorum. İlk hamlede klasik edayı olabildiğince, bir üslup sorunu olarak, korumaya çalışıyorum. Bu birinci merhale bir çeşit temrin olacak, sonra, rubaiye şekil bakımından da yeni unsurlar koyacağım.(...) Bunlar materyalist- lirik rubailerdir.”
Klasik rubainin aruz kalıplarından biriyle yazıldığını, biliyoruz. Nazım, kalıp mı dinler. Kalıplar kırılacak, şekil değiştirilecek, bunlarda da Türkçe, o zamana kadar kullanılmışlığının en durusuna ulaşacaktır:
Sarılıp yatmak mümkün değil bende senden kalan hayale
Halbuki sen orada, şehrimde gerçekte varsın etinle kemiğinle
ve balından mahrum edildiğim kırmızı ağzın, kocaman gözlerin gerçekten var
ve asi bir su gibi teslim oluşun ve beyazlığın ki dokunamıyorum bile.
Çürüksüz ve cam gibi berrak bir kış günü
sımsıkı etini dişlemek sıhhatli, beyaz bir elmanın.
Ey benim sevgilim,karlı bir çam oranında nefes almanın
Bahtiyarlığına benzer seni sevmek...
Kim bilir belki bu kadar sevmezdik birbirimizi
uzaktan seyredemeseydik ruhunu birbirimizin.
Kim bilir felek ayırmasaydı bizi birbirimizden
belki bu kadar yakın olmazdık birbirimize...
Destanlarda kullandığı dili ise hiç açmayacağım, birazdan sevgili kardeşim Turhan Alıcı, bize destandan parçalar okuyacak ve hiç kuşkum yok ki hepimiz, ilk defa dinliyormuşuz gibi, hayranlıkla dinleyeceğiz.
Sözlerimi bitirirken, aklıma kendini sosyalist sayan arkadaşlarımızın dergilerini zorlanarak okuduğum günler geliyor. O yazıları yazanlar, Nazım ustanın öz kalıp – kabuk – çekirdek benzetmesini bilmiyorlar mı dersiniz? Buradan bir genellemeye gidebilir miyim, bilmiyorum: Türk devrimcileri, halkın dilini Nazım gibi halk gibi kullanamadıkları için halkla bütünleşemediler. Hiçbir zaman, Nazım dönemindeki kadar kitleye ulaşamadı devrimci düşünceler.
Son bir cümle daha: Davasına ve konusuna egemen olmayanlar, kolay ve anlaşılır dil kullanamıyorlar. Nazım’ın dilinin, şiirine koyduklarının kolayca anlaşılmasının ve insanı yürekten yakalamasının nedeni, onları söylerken, düşüncelerine, duygularına inanıyor olması, konusuna egemen olmasıdır.
Onun gibi düşünebilenlere, onun gibi duyabilenlere ve canım Türkçemizi onun gibi sevenlere, özellikle de onun gibi kullanabilenlere selam olsun.
Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim.
A.Ümit Aloğlu, 3 Haziran 2004, Mezitli